Bir sanrıyla uyandım bugün, pek uyandım da denemez ya; sanki zihnimin içinde birbirine açılan pencereler, birinden ötekine koşturup duruyorum, dışarda ne var görmek istiyorum ümitsizce, buna ihtiyacım var, ama pencerelerin hiçbiri dışarı açılmıyor..
Artık “dışarısı” yok...
Ve bir “dışarı” kalmadığında başlıyormuş delilik...
Niye şaşırıyorsunuz, düşüncenin kaynağı dışardadır!
Yeni uyaranlara maruz kalmama hali uzadıkça, hatırladığın gerçekliği kafanda durmadan yeniden oynatmak zorunda kalırsın, ve gerçekliğin her yeniden üretimi onu daha çok bozuyor. Zamanla, hatırladığın yağmurların anısı, sana gerçek yağmurun neye benzediğini tamamen unutturabilir. Zamanla, en sevdiğin yüzler dahi solarlar..
Zamanla..
Mesele biraz da zamanla ilgili değil mi?
Öyleyse korkmalıyız, çünkü zaman da kayboluyor yavaş yavaş, içerde zaman yok, insan zihni zamandan azadedir, hatırladığın o son an’da donup kalmış bir görüntüden ibaret sahip olduklarının tamamı, yeni bir şey olmuyor, mevsimler değişmiyor, “olağan akış” tamamen kaybedildi..
Böylece muradımıza ermiş, kerevetine çıkmış olmalıydık, hep dışardaki tehlikelerden korkmadık mı biz, işte başardık, bir dışarısı yok artık, mutlu son.. Ve mutlu son demişken, bütün mutlu sonlar donmuş birer kareden ibarettir.
O sonsuz zamanlar, mutlu eski günler, sevgili iki kutuplu dünya, içinde perdelerin uçuştuğu tembel uykular...
Unutun onları..
Evimiz artık başka bir yer, gezegenin en evcil iç denizinde hüküm süren Akdeniz ikliminin ılımlı karakteri bile, Afrikadan çöl tozu yağdıran psikopat bir Annie Wilkes karakteridir bundan sonra.. ( Stephen King, Misery )
Kadim Mezopotamyanın cennet, üstünde yaşayanların cennet halkı olduğu günler ne kadar uzaktalar bak! Şimdi Çernobil’den asit yağmurları ve Afrika’dan çöl tozları arasında azar azar felaketimizi prova ediyoruz.. Ki çok yakın...
Kürenin koruyucu zırhı delindi delinecek, buzullar eriyor her yeri su basabilir,manyetik alan anomalisi var, 700 yıldır süren düzen değişebilir, pusulalar kuzey yerine güneyi gösterebilirler. Ayaklarımızın altındaki halı sahiden çekiliyor. Bir meteor felaketi yaşanmazsa iklim felaketi yaşanacak. Daha uzarsa yapay zekanın saldırısına uğrayacağız. Belki genetiği değişen virüsler hepsinden hızlı davranacak, davrandılar bile hatta..
Gün kıyametçilerin günü...
Stephen Hawking’in dedikleri kubbede yankılanıyor; ‘Dünyada bir yıl içinde bir felaketin gerçekleşme ihtimali çok düşük. Ama geniş zaman diliminde bu ihtimal artar, zaman yeterince uzadığında ise kaçınılmaz hale gelir.’ Yeterince uzayan zamanın sonlarında olabiliriz..
Ama keşke mesele “zaman” olsaydı..
Bizi kurtaracak kimse yok, kahramanlardan bir şey umamayız, anti kahramanlar da işe yaramadılar, zaten yeterince kötü bile değildiler!
En fenası kurtarılacak kimse yok..
Mevzu el yıkamakla, öpüşmekle ilgili olamaz, saçmalamayın, asıl saçmalık çok daha büyük.. Asıl saçmalık, ortada kurtarılacak hiç bir şey olmadığıdır.. Tam bu noktada karanlık tarafa savruluyorum işte.. Negatif felsefeden, olumsuz düşüncenin gücünden medet ummamın nedeni bu! Ancak böyle selamlayabiliriz yaklaşan felaketin gölgesindeki kırılgan hayatlarımızı. İflah olmaz iyimserler umut etmeyi bırakmadıkça anlamsız iletişimler sürüp gidecek yoksa!
Başlangıçları severek doğarız, sonradan korku galip gelir, ve kabuğunun içine kaçar insan canlısı..
Hepimiz, kendi kabuğunun içinde hapis yatan mahkumlar değil miyiz?
İşte bu sıkışmışlık duygusu yaylarımı attırıyor içerde benim..
Başlangıca geri dönmek istiyorum, sıfır noktasına...
İhtimallerin sayısının en yüksek olduğu, az veriyle muhtemel senaryoların neredeyse sonsuza ulaştığı o heyecan verici an.. Sıfır noktası.. Sahneye ilk girenle birlikte ihtimallerin sayısı hızla düşmeye başlayacak. Hikayenin başladığı yerde, her şeyin toz ve gaz bulutu olduğu an’ın gizemli sonsuzluğunda yaşanır aslında hayatlar.. Sıfır noktası ile ufukta beliren ilk olası senaryo, ilk ihtimal, ilk kapı arasındaki o kısacık mesafede.. Elin kapıya uzanırken tuttuğun nefestir yaşam.. Kapının arkasında ne olduğunu bilmezsin...
Yaşanacakların heyecanı, bilinmezliğin gerginliği, yükselen hayallerin esintisi teslim alır insanı, ve ilk seçimle oracıkta biter herşey. Çünkü ilk seçimden sonra artık kader işbaşındadır, olağan akış, sen insiyatif kullanmadığın sürece tüm gidişatı belirleyecektir. Yani artık ölüsün...
Anladın mı şimdi; sıfır noktasındaki en yüksek canlılık hali ile bir ölüye dönüştüğün an arasında, kısacık bir süre var, ve ah canım kardeşim, işte biz ona hayat diyoruz...
Sıfır noktası, hep kalmak istediğimiz yerin adı, bunda iyice anlaşalım..
İnsanlar sıfır noktasında aşık olurlar, birdenbire olan şeylerin ilkidir aşk.. Birdenbire olan şeyler, cebimizde biriktiremediğimiz, yastık altında saklayamadığımız muhteşem şeylerdir. “ Zaman hiçbir şeydir Sinyor, ta ki şahane bir an yaşanana kadar...” der senarist, haklıdır da.. Biriktirilebilen, saklanabilen şeylerin hiç bir değeri yok ki..
Sıfır noktasından yola çıkan yaşam, ilk seçimden sonra kader algoritmasına göre ilerleyecektir, yaşamımızdaki en şahane anların, dışardan gelen bir müdahale ile kader algoritmasının düğümlendiği yerlerde yaşandığını farkedebilseydik belki de daha cesur canlılar olurduk.
Ne oluyor bakalım, yüksek sesle düşünelim!
Cevabını bilmediğimiz bir durumla karşı karşıyayız, uzun zamandır ilk kez, yüksek sesle düşünmek faydalı olabilir..
Biliyorsunuz, evren belirsizlik üzerine kurulu ve olasılıkların denenmesi için yeterince zaman var, sonsuzluk gibi.. Biz insanlarsa ikisinden de hazzetmeyiz, belirsizlikten hoşlanacak kadar vaktimiz yok, hiç olmadı.. Bu yüzden bizim gezegende bilgelik kabul edilir kendini akışa bırakabilmek...
‘Olay’ ise bizi önüne katıp götürmeye kararlı..
‘Salgın’ belli bir türün üyelerini hedef alıyor, hem de sayısı ezici bir çokluğa ulaşmış olan türün..
Neyin iyi neyin kötü olduğu o kadar da açık değil;
Küreselleşme için el freni çekildi..
Göçmen meselesi de halledilmiş olabilir..
Takip eden günlerde, gerçekten kaç kişinin çalışmasıyla çarkların döndüğü anlaşılacak..
Çılgın kapitalizmin üstüste yaşadığı orgazmlardan sonra temel ihtiyaçlara dönme yolunda büyük bir adım atıldı..
Özgürlük düşü kuranlar!? Hala ısrarcı mısınız?
Çünkü biz, bir boşluk ele geçirdiği zaman ne yapacağını şaşıran, atomize olmuş, sağa sola savrulmuş, tuhaf organizmalar olduğumuz fikriyle barışamayan insan-bireyler..
Mesela sincap bireyler kadar bilmeyiz ne yapacağımızı, hayatımızın amacı bir adet kabuklu fındık kadar net değildir, onu bulduğumuzda yanağımıza doldurup ışık hızıyla kaybolacak kadar ne enerjimiz, ne kararlılığımız vardır..
Kuyruğunu henüz kaybetmiş, iki ayağının üzerine yeni kalkmış, tuhaf ve tanımsız canlılar olarak..
Emin olduğumuz tek şey, yaşadığımız gerçeğidir ki, o da el yordamıyla.. Özgürlükle ne halt edileceğini hiç bilmeyiz...
Özgürlük.. İnsanı bir seçim yapma kararıyla karşı karşıya getiren, ihtimallerin çoğaldığı o daracık alan, hayır zannedildiği gibi uçsuz bucaksız denizlere benzemez, küçücük bir penceredir açılıp kapanan.. Sadece, sonsuzluğa açıldığı için uçsuz bucaksız izlenimi verir..
Özgürlük fikrini harekete geçiren çoğunlukla bir ‘olay’ dır, sıradışıdır, zarların yeniden atıldığı, hiç beklenmedik..
İşte şimdi olay ufkunun çeperinde savrulduğumuz "o" andayız...
"Olay" gökten indi, kozmik gerçeklik tene değdi. Gelmekte olana, apaçık görünene bile hazırlıklı değildik. Aklınızda olsun diye söylüyorum, hiçbir zaman hazırlıklı olunamayacak, hazırlanmanın faydası yok..
Şu özgürlük meselesine yeniden bakalım mı kapalı kapılar ardından?...
Baştan başlayalım.. Birinci tekil şahısla...
Gürültüyle bir tren geçti içimden.. Sonrası kocaman, havadar bir boşluk. Dakikalardır karnımdaki boşlukla başbaşayız, saatlerdir, günlerdir, haftalardır belki.. Zaman kayboldu...